Lanetli bir dünyada yaşamak nasıl olurdu?
“Zaten lanetli bir dünyada yaşamıyor muyuz?” cevabını duyuyor gibiyim. Ama kastettiğim lanetli dünya böyle bir şey değil. Kastettiğim, zihnimizin içinde beliren kasvetli, toksik küllerle kaplanmış ruh örtüsünü, meşum ifadeyle bir korku hikayesine dönüştürmek ve fantastik bir dünyanın üzerine örtmektir. Dış dünyadan bağımsız karanlık ve korkunç iç dünyamızı, elimize kalem, kağıt alarak çizmek ve korkunç bir dünyanın yazarlığını yapmak lanetli bir dışavurum olsa gerek. İnsanlık ister toz pembe bir dünyada yaşasın, ister şiirsel bir hayat hikayesine sahip olsun, ister naif bir dünyanın izlerini taşısın; iç dünyasında neler yaşadığını ve hangi hikayelerin resimlerini çizdiğini bilemeyiz. Bilemezsiniz. En masum ruhların içsel düşüncelerinin izdüşümünde bile lanetli dokumalar bulabilirsiniz. Bazen önümüze düşen bir eserin bu izdüşümleri zihnimizde canlandırdığı gibi.
Bazen hamlık ve körpelikte, başlangıç hikayelerimizde, içimizde yer etmiş ve asla silinemez derin çentikler işaretlidir. Bizi ilk kez çarpan, ilk kez farklı duyguları yaşatan ve lanetimizin temelini atan derin çentiklerin kalem sahiplerinin mirasçıları, yirmi, otuz yıl sonra aynı hisleri yaşatan eserleri sunduğunda ilk zamanları hatırlarız. Hal böyle olunca, o zamanların kanı deli akan gençlik tohumlarımızı patlatarak, yıkılmaz bir ağacı olgunlaşmış yaşımızın tam ortasına tüm tezatlığıyla diker. Tüy bile yanında hafif kalır. Bizi dönüştüren ve temelimizi atan ilklere karşı sarsılmaz bir aidiyet duygumuz vardır ve ona dair işaretleri aldığımızda, aradan uzun yıllar geçmiş olsa bile o zamanlara gider, aynı hisleri yaşarız; delirmiş, vahşileşmiş ve iç dünyasının derin dehlizlerinde hazdan dünyaya gelmiş lanetli tohumlarını su yüzüne çıkarmış devasa bir okyanus..
Bu lanetli dünyanın taze müritleri, genç yaşlarının getirisiyle bazı hisleri daha agresif ve vahşi yaşardı. Öte yandan doksanlı yılların başında bu lanetli yollardan geçmiş kişiler için albümlere ulaşmak o kadar kolay değildi. Bu konudaki açlığımızı daha çok Akmar Pasajı gibi yerlerdeki çekim kasetlerle giderirdik. O zamanlar için küçük ama etki olarak daha büyük bir dünyanın vuruculuğuna şahitlik ederdik. Günümüzde olduğu gibi baktığımız her yerde sayısız albüm bulamıyor, bir tıklamayla indiremiyor, oturduğumuz yerden akıllı telefonumuzda bir tuşa basarak metal denen dünyayı duyumsayamıyorduk. Bu dünyanın derinliklerine inmek için uzun yollar kat etmemiz, maceralar yaşamamız ve ter dökmemiz gerekiyordu. Ama tüm bu çabalar bize zor elde edilen bir nesneye duyacağımız hislerin daha derin ve silinmez olduğu gerçeğini yaşatırdı. İnsanlık psikolojik olarak zor elde ettiği şeylere daha fazla bağlanır ve üzerine derin anlamlar ekler.
İşte böyle bir dünyayı bu hislerle yaşarken, elime geçen albümlerin en sarsıcı olanları death metal arenasından çıkardı. Vahşi, acımasız, gaddar ama bir o kadar sarsıcı.. Köklerim sarsılmaz bir şekilde bu türe bağlanmışken, zamanın old school death metal grupları hayatımın üzerinden silindir gibi geçiyor ve anlatılamaz hisler yaşatıyordu. Çekim kasetlerinin kendine özgü kirli kayıtları beynimizi kazıyıp dururdu. Teknolojik değildi belki ama doğaldı. Bazı hisleri doğal şekliyle tatmak, ağaçtan taze koparılmış meyvenin tadına bakmak gibidir. Sayısız meyvenin tadıyla kendinden geçmek ve organik beslenmek. Günümüzde seradan çıkan, tadı olmayan, suyu bile akmayan meyvelerin yapaylığı oldukça can sıkıcı. Pekala bu zamanlarda önümüze düşen bir çok death metal albümünün yapay olması ve kendini tekrar etmesi gibi.
Deeds of Flesh, Morbid Angel, Sinister, Immolation, Gorguts, Massacra, Cancer, Autopsy, Pestilence, Altar gibi grupların ruhumda bıraktığı izler, kendilerine ait kayıt şablonları, gitarların çiğ işlenişleri, doğal davul geçişleri ve yarattıkları karanlık ortam tarif edilemez olurdu. Biz buna aramızda geyik bir şekilde cıncınlı gitarlar ve kafa kazıyıcı riffler derdik. Bu izleri taşıyan herhangi bir albüme denk gelirsem tekrar bu derin kuyuya düşeceğimi biliyordum ama uzun zamandır bu anlamda beni yakalayan bir işçiliğe şahit olmuyordum. Ta ki geçtiğimiz günlerde Danimarkalı death metal grubu Deiquisitor‘un Apotheosis albümü ile karşılaşıncaya kadar. Daha ilk dinlemede çarpılmış ve geçmişe dair tüm anılar açığa çıkmıştı. “Kazımasyon” diye tabir edilen çiğ gitar rifflerinin aradan geçen otuz yıla rağmen beni hala sürklase etmesi, silinmez ve ruhumdan asla çıkarılamayacak aidiyetimle ilintiliydi.
20 Ocak’ta Apotheosis ismiyle yeni albümünü yayınlayan grup, old school death metalin temsilciliğini yaptığı gibi sofistike death metalin şablonlarını da kullanıyor. Ama bunu yaparken taklitçiliğin yanından geçmiyor. Kendi bilgeliğini ekliyor. Örümcek ağlarıyla örülü bu dünya, hafızalarda tutulması zorlu değişimler, su gibi akan melodiler, zihinsel şablonlarımızı alt üst eden motifler içermekle birlikte karanlık bir dünyanın yargıçlığını yapıyor. Kirli, çiğ, ilkel bir yapının gölgesinde çok olgun ve incelikli bir death metal eserinden bahsediyoruz. Kasıtlı olarak yansıtılan bu kayıt yöntemi tüm enstrümanları doğal haliyle bize sunuyor. Ortaya tüm karanlık hayaletlerini üzerimize salan, rahatsız edici atmosferiyle bizi geren, sürekli değişip duran riffleriyle mistik, klostrofobik tuhaf bir dünyada maceraya çıkmamıza sebep olan, eski mirası su yüzüne çıkaran ama bunu evrimleştiren usta işi bir albüm çıkıyor.
Apotheosis hayal kırıklığına uğratmıyor. Hastalıklı dipsiz bir korku çukuruna düşürüyor ve klostrofobik bir dünyada yaşamaya başlıyoruz. Karanlık atmosferin gölgesinde patlayan acımasız rifflerle habis bir maceraya doğru yola çıkıyoruz. Ve bu yolculuğun hiç sonlanmasını istemiyoruz. Ustalıkla yazılmış ve sürekli değişen melodiler 38 dakikaya sığmış görünüyor ama bize hissettirdikleri dibi görünmeyen derin bir kuyudan ibaret. Apotheosis yıllardır aradığım taze kan ve damarlarıma büyük bir keyifle zerk ediyorum.
Ergenlikten olgunluğa, çocukluktan yaşlılığa bazı huylarımız ve karakterlerimiz değişmez. Çünkü onlar bizim bir parçamız olmuştur ve mezar taşımız dikilene kadar aynı minvalde yaşamaya devam edeceğiz. Hayat bazen kağıt üzerine kazıdığımız karanlık hikayelerdir. Ve kim biraz ürpermekten haz almaz ki?
Şimdi ürperme zamanı..