Çok uzun zaman geçti ve geçen bu süre bize bir anlamda sabırlı olmayı öğretti. Bu sürece sıkışan onlarca olaydan bizi en fazla etkileyeni kuşkusuz gündemi ele geçiren birtakım şeyler, o şeylerin arka tarafında evlere kapanma, kapandıkça dinleme, dinledikçe bütünleşme ve bilumum tüketim hamleleriydi. Teknolojinin eksik zamanlarındaki gibi bir bütünleşmeden bahsediyorum. Elindekinin kıymetini bilmek de diyebiliriz buna veya eline geçecek kıymetlerin yolunu gözlemek ve daha zile basmadan kapıya koşarak, sonrasında sarılmak. Kendi türümüze koyduğumuz sınırlar müzikle yıkılıyor son günlerde ve Green Carnation tam da bu aralıkta, 14 yıl aradan sonra Leaves of Yesteryear albümüyle çıkageliyor. Gözlerimiz nemli ve heyecanımız tarifsiz.
Son albümü Acoustic Verses’ı çıkarmasının üzerinden geçen 14 yıl boyunca kendisini gün geçtikçe merak ettiren Progressive Metal grubu Green Carnation, albüme adını veren Leaves of Yesteryear ile kulaklara dolduğunda bu senenin en iyi işlerinden birini gerçekleştireceğini de göstermiş oldu benim için. Neredeyse bütün albümlerine ayrı şekilde bağlandığım grubun geçen zaman içerisinde sunacağı içerik ilk dinleyişte kalp atışlarımı müthiş şekilde hızlandırdı. Son albüme göre daha da hız kazanmış ritimler, akan gitarlar, Kjetil Nordhus’un kendine has sesinden ve tekniğinden (söz etmeye bile gerek yok, çünkü eşsiz) bu işin zamanla ne kadar da olgunlaştığını göstermekle beraber adeta “biz hiçbir yere gitmedik, buradaydık ve şimdi görülmek istedik” der gibi kalp kıran, can acıtan ama tüm bunların ardından yumuşak bir tebessümle selamlar gibi bakıyor.
Albüm yayınlanmadan önce yapım şirketi Season of Mist’in Youtube üzerinden gerçekleştirdiği albüm premierinde grup elemanlarıyla olan muhabbet ile birlikte albümü dinlemek beni nasıl gaza getirmişse algılarım açılmış gibi dinledim albümü. İlk şarkı zaten fazla aşina geldiği için kendimi ikinci şarkıya yani Sentinels’a nasıl kaptırdığımı hatırlamıyorum ama melodiler hep ilk andaki gibi taze, bunu unutamam. Bu şarkıda albümün başından sonuna kendini gösteren ama asla dozu fazla kaçmamış klavye ile lezzeti yüksek işlerden birini gerçekleştirmiş Green Carnation. Nakaratlardaki koyu yükselişler ve daha önceki albümlerde de karşımıza sıkça çıkan değişen tonlarıyla prodüksiyon başarısını da göstermiş oldu böylelikle.
Green Carnation her ne kadar keşfedilmesi gereken gruplardan olsa da müzikal anlamda oldukça netler. Şaşırtıyor ama asla manipüle etmiyor. Tekdüze gitmeyen akışıyla ve neredeyse her şarkıda kendini farklı şekilde hissettiren enstrümanlarıyla yılların acısını çıkarıyor Leaves of Yesteryear’da. Yılların acısını derken beş şarkıdan oluşan albümün merkezinde konumlanmış ve albümün magnum opus’u diyebileceğim My Dark Reflections of life and Death şarkısından bahsetmezsem olmaz. Green Carnation geçmişi kuvvetli insanlar aslında bu şarkının grubun 2000 yılında çıkardığı ilk albümü Journey to the End of the Night’tan geldiğini anlamışlardır. Ben ise buna ek olarak şarkıyı ilk dinlediğimde grubun 2001 yılında çıkardığı tek şarkılık konsept albümü Light of Day, Day of Darkness izlerini yakaladım. Zaten yayın esnasında grup da bu şarkının Light of Day, Day of Darkness’ın üzerine yazıldığını açıkça belirtti. Zaten dikkatli dinlendiğinde şarkının ortasında bu satırlar yer buluyor. Geçmişe özlem mi yoksa yapılan işlerin ekmeğine kat çıkmak mı bilinmez ama bu işin hakkını değil 15 dakika 30 dakika da verseler sıkılmadan dinlerdim. Kasvet, öfke, ışık ve karanlık arasında yönsüz bir sineğin dairesel hareketi gibi insanı hapsediyor. Bu şarkıda bir dünya kurabilir ve o dünyayı yıkabilirsiniz. 14 yıl bile sığdırabilirsiniz.
İlk albümlerin anılarıyla beraber son albümlerin de akustik girişlerine benzer şekilde başlayan ve devamına eklenen yıkıcı gitarlarlarıyla özgünlüğünü koruyan Green Carnation, yeni şarkılardan biri olan Hounds ile bunu açıkça gösteriyor. Kjetil Nordhus’un içe işleyen naiflikteki sesine karışan ve bence albümün en belirgin ve güzel bassları Stein Roger Sordal’ın elinden şarkıyı bir üst kata çıkarıyor. Peşine gelen sololarla ise neden bu kadar süre beklediğimizi ve neden bu kadar heyecanlandığımızı daha iyi ifade ediyor. Şarkının yarısından sonra başlayan “While I’m alive” kısmında aklımda acaba böyle mi devam edecek düşüncesi olsa da sonrasında acımasız tonlu girişiyle beni yakalıyor. Hep sözünü bitiriyormuş gibi yapan ama söyleyecek anlamlı bir şeylerinin olduğunu da hissettiren dost gibi kekremsi bir şarkı. Ne de olsa dost acı söyler.
Bunca zaman sonra daha fazla şarkıya sahip olacağını düşündüğüm Leaves of Yesteryear, bir saati bile bulmayan üç uzun ve toplamda beş şarkıdan oluşuyor. Uzun şarkılar genelde dinleyiciyi sıkabilme etkisi yüksek segmentten algılansa da bu albümde buna benzer bir hissi hiç yaşamadım. Hatta albümün en uzun şarkılarını istikrarlı biçimde loop’a aldığımı farkettim. Bir bu kadar daha olabilir miydi? Kesinlikle olabilirdi. Fakat ben bunu beklerken Green Carnation albümü Black Sabbath’ın birçok grup tarafından coverlanan şarkısı Solitude yorumuyla sonlandırıyor. Kesinlikle kusursuz bir çalış fakat bunun yerine, bunca zaman sonra kendi bestelerinden duymak isterdim. Albüm ile ilglili tek eksi de bu olabilir.
Birbirinden farklı ve şahane albümlere imza atan, arayı ayrılık ve sonrasında yeniden bir araya gelerek kapatmaya çalışan Green Carnation, Leaves of Yesteryear sonrasında hala albüm çıkarmaya devam eder mi bilmiyorum. Sanki bu albüm şimdiye kadar olanların bir özeti ve daha kalitelisi olarak gelse de içinde hep bir veda taşıyor ve hırçınlığın bin türlü duygu kolu gibi kendini hüzünde daha çok varediyor. İçinde mutsuzlukla parlayan çalışmalara olan hayranlığım, Leaves of Yesteryear albümünü daha uzun yıllar dinleyeceğimi gösteriyor. Çünkü bu albümde beni çeken ve ne olduğunu anlayamadığım bir şeyler var. Sanki başlangıcı farklı ama bitişi aynı olan bir cazibe.
Dediğin gibi; Journey To The End Of The Night’dan The Acoustic Verses’a, Light Of Day, Day Of Darkness’dan A Blessing In Disguise’a kariyerlerinin her dönemlerinden farklı tınıları bir araya getirdikleri muazzam bir albüm..14 sene beklemeye değdi..
Belki biraz daha uzun olabilirdi sanki, evet 🙂