Kanımca evrimi en çok sabote eden sav, güçlü olanın ayakta kalacağını merkezine alan savdır. Öyle olsaydı bu kadar çeşitlilik olur muydu? Ya da mesela tavus kuşları nasıl bugüne ulaşacaktı? Doğru görüş en iyi uyum sağlayanın türünü sürdüreceği savıdır. Kaynak vermek gerekirse Dawkins’in Gen Bencildir kitabı tam da bu sorular üzerıne yazılmış bir materyaldir.
Peki bunun Opeth ile ne ilgisi olabilir? Kapaktan başlayabiliriz. Bence kapakla Opeth’in kendi birikimini erittiğini düşünen dinleyicilerle kafa bulunmuş olunabilir. Çok da zekice olurdu çünkü kapakta leş yiyen bir tavus kuşu görüyoruz. Tavus kuşları leş yemezler ve son derece naif, tatlı ve renkli canlılardır.
Opeth ile tanıştığım 2000’li yılların başından bu yana 21 yıl geçtiğini fark edince kafamda şöyle bir zaman yolculuğuna başlamış ve ister istemez Opeth müziğindeki değişimi de kendimce atıp tutmuştum. Bundan oldukça rahatsız olanları ve destekleyenleri (ben) iki gruba ayırıp laf salatası yapmışlığım bile oldu. Oldukça uslanmaz bir Akerfeldt fanı olduğum için adamın kafasına girmeye onun gibi düşünmeye epey zaman ayırmıştım. Diskografiyi baştan sona kaç kere dinledim bilmiyorum ama Opeth’in bir noktan sonra müziğindeki melodik kaosu koruduğunu ama sert kısımları törpülediğini canlı canlı şahit olarak tecrübe ettim.
En başından beri Opeth albümlerindeki balladlar daha yırtıcı şarkılara göre beni hep daha da çekmişti. Mesela Face Of Melinda’yı Deliverence’dan, Faith In Others’ı Wreath’den daha fazla dinlemişimdir. Mikael’in de benim gibi değişmeyen her şeyin yok olacağına inandığına yemin edebilirim (Nietzsche de öyle düşünüyor) ama kanıtlayamam. Çünkü en başından beri yaptıklarına baktığımızda hep daha çeşitli olsun daha da çeşitli kafasında olduğunu ve her yayımlanan albümde dinleyicisini dumura uğrattığını bu fikrime kanıt olarak gösterebilirim. Kapak da bu doğrultuda daha da manalı bir hal alıyor.
Albüme gelecek olursam yine her zamanki gibi kafadan sakat akorların havada uçuştuğu, yer yer eski balladlara göz kırpılan ama tam zamanında da Jazz Funk sulara koşan şarkılar yine soluksuz bir deneyim sunuyor dinleyicisine. Bırakın bir sonraki şarkının bir sonraki notanın bile tahmin edilemediği bir karnaval. Opeth hep aynı şeyi yapıyordu aslında sadece olgunlaştılar ve söyleyeceklerini yüksek desibellerden değil de sanki uzanıp yanağımıza dokunacakmış bir yakınlıkta sunuyor bence. Albümde sözler inanç temelli bir umutsuzluk, çaresizlik, ne yaparsak nihai sondan kaçamayacağımızı ve sarıldığımız her şeyin bize ihanet edeceği fikirleriyle dolu bir havuzdan yazılmış olduğunu söyleyebiliriz. Buna yabancı değiliz ama şarkıların bazı bölümlerinde giren klavyelerin albümün genel soundu konusunda kimlik oluşturucu görevinde olduğunu söyleyebilirim. Joakim’ın bir Frank Zappa hayranı olduğunu, bu hayranlıktan aldığı esini genel Opeth soundu ile mükemmel derecede yoğurduğunu ve kendisini öne çıkarmayı başardığını ekleyebilirim. Basslar her zamanki gibi yorumsuz decede lokum. Mikael’in yer yer Greg Lakevari vokalleri yorumsuz derecede tatminkar. Davulların ise Axe’ın bir Death Metal davulcusu olduğu gerçeğini düşünürsek cillop gibi olduğunu düşünüyorum. Sololar ise tam bir görev adamı tam bir takım oyuncusu olan, kendisine güveneni asla mahcup etmeyen Fredrik ve bir müzik dehası olan Mikael’e ait. Tüm bunları alt alta koyduğumuzda işte muhteşem pastel yeşili temalı bir Opeth albümü karşımıza çıkıyor: Sorceress
Güzel bir inceleme yazısı olmuş, elinize sağlık..Opeth’in metal halini olduğu kadar rock halini de sevmekteyiz \m/