Sisifos’u hep masum sandık ve belki de en büyük yanılgılarımızdan biri buydu. Bize sunulduğu kadarına (eğer arkasından gelen bir şey yoksa) en kestirme yoldan ulaşma gafletimiz, bir kayayı, neyin karşılığı olarak bilmeden tepeye çıkarmakla yükümlü birini savunuyor olmamıza dayandı. Oysa bizler işgüzarları sevmeyiz, kurnazları zeki bulmayız ve kuyu kazanlara karşı arzusu yüzünden tuzağa düşenlerin tarafında oluruz.
Eros Thanatos!
Kanadalı black metal grubu Panzerfaust, geçen yıl çıkardığı The Suns of Perdition serisinin üçüncü albümü The Astral Drain açılışını ölüm tanrısı Thanatos’un aşk tanrısı Eros ile sentezinden baz alarak, Death-Drive Projections ile yapıyor. Sisifos’un kurnazlığına yenik düşen Thanatos’un melankolik ve hırçın nöbetine 10 dakikalık parça boyunca eşlik ediyor, bu esnada da müzikal dışavurumdaki davulların ekseriyetinden bir adım öteye sapmıyoruz. Savaş o kadar sessiz başlıyor ki, sonrasında kopan gürültüden hangi ölüm nehrine sürükleneceğimizi bilemiyoruz. Çanların kimin için çaldığını bilmeden termitlerin uzaklığını hesaplamaya koyuluyoruz. Bunu da öyle güzel yapıyoruz ki, kimse elimizdeki cetveli sormuyor. Mesafenin ne olduğunu bilmediklerinden olabilirler mi?
Konuya, kavrama sadık kalmanın önemi kadar onun karşısında durmak da gereklidir. Ne de olsa çoğu şey zıttından beslenir. Korkuyla, acıyla, şiddetle ve hepsini benimseyip, zamanın içerisinde hepsinin karşıtını sunmayla gerçekleşir. Bilinç içinde ya da dışında. Burada Carl Gustav Jung’a göz kırpıldığını görüyoruz. Her ana sayabileceğimiz şarkı arasına işlenen noktaları en sondaki Enantiodromia ile çözmeye çalışıyoruz. Ama bu sadece başlangıç, çünkü, son sandığımız şeyin de neyin ilmeği olduğunu bilemiyoruz. Belki de son, başlangıcın kopyasıdır.
Eros Thanatos’a geri döndüğümüzde aşk-nefret kavramına yeniden Bonfire of the Insanities ile kavuşuyoruz. Kılıcın keskinliğine mi aldanacağımız yoksa günahın azabına mı kapılacağımız konusundaki handikap bizi deliliğin şenlik ateşinde yakmaya başlıyor. Bu albüm için ilk tanımım karanlık olmuştu ama görüyorum ki, aydınlıktan körleşmiş, sırlı bir karanlığın pençesine almış bizleri. Goliath’ın yeraltı vokalleri ile özdeşleşen ve Brock Van Dijk gitar enstantaneleri ile The Far Bank at the River Styx‘in başyapıt sayılabilecek işçilikte olduğunu söylememe gerek yok. Phaeton’a and içilen, Orpheus’u umutsuzluğa terk eden Styx için sanırım onu uzaktan izleyebileceğimiz bir yerde tüm bunlar anlam kazanıyor.
Yol başlamadıkça bitmez ve göz görmedikçe bilmez. Yine de Tabula Rasa bize gördüklerimize inanmamız gerektiğini alaycı bir dille söylüyor. Bilimin esin kaynağı deneydir ve bunlar akıl sayesinde süzgeçten geçerek gerçeği dile getirmektedir. Panzerfaust bizlere boş levha muamelesi gösteriyor olabilir ama aslında levhayı elimize tutuşturup, üzerine bir şeyler yazmamızı bekliyor. Bir anlamda yaşadığın kadar varsın demekten farksız. Haksız da değil. Ne de olsa yaşadığın ölçüde deneyimliyor, olan biteni bir noktaya oturtuyor ya da oturtamıyorsun.
Üçlemenin son ayağı olduğunu düşündüğüm The Suns of Perdition – Chapter III: The Astral Drain, tekdüze görünen ama atmosferi katlayan arpejleriyle, harika davul teknikleriyle, iki yönlü alçalıp, yükselen vokalleri ve her şeyden önemlisi mitolojiden tarihe uzanan şarkı sözleriyle derinliğini ancak içine girdiğinde gösterebilmiş bir albüm. 2022 listemin ikinci sırasında yer almasının sebebi de aslında hepsinin birleşiminde yatmakta. Bazen baştan sona bütünlüğümüz bir müziğin ekseninde dönmeye başlar, geride kalan şeyler küçük partiküllermiş gibi gelir. Bu dönüş öyle lezzetlidir ki, yaşam içerisinde başka bir yaşam kapısı aralanır. O esnada levhanın üzerinde şekillenen kabartıları görmeye başlarız. İyi dinlemeler.