Büyülü anlar geç gelir ve çabuk biter.
Varoluşumuzdan kaynaklı olarak beklemenin o bitmek tükenmez sabırsızlığı, olay anında kontrolünü kaybediyor ve bu da zamanın su formuna dönüşmesini sağlıyor. Her şeyin aslında bu eksende başladığını söylemek en doğrusu. Bir anlamda kalp ritim düzensizliği. Prophecy Fest’ten haberim olsa da bu sene sonlara doğru Agalloch’un açıklanmasıyla orada olmam gerektiğini çok güçlü bir şekilde hissettim. Kalp atışlarının hızlandığı nokta burasıydı ve festivalin son gününe kadar da ritmini koruyacaktı. Agalloch benim için ifade edilmesi yetersiz gelen ama hissiyatı en yüksek gruplardan. Sırf bu yönüyle bile bu grup için “hayatımın grubu” demek abartılı gelmiyor. Sadece bu kadar mı? Festivalin listesine baktığımda gördüğüm gruplar bir anlamda geçmişe ışınlanma gibiydi.
Prophecy Fest, her yıl eylül ayında Almanya’nın Balve şehrindeki Balve mağarasında Prophecy Productions tarafından düzenlenen bir metal festivali. Bu yönüyle diğer metal festivallerinden mistik bir mağarada gerçekleşiyor olması ile ayrılmakta. Düşününce bir konser için akustik anlamında en üst noktanın mağaralar olması da ayrı ilgi çekici. 2015 yılından beri devam eden Prophecy Fest’i bünyesindeki gruplarla birlikte gerçekleşeceği mekanla birlikte düşünmek eminim ki birçok metal dinleyicisi için merak edilesidir. Kendi tecrübelerimle, eksikleri ve bünyemde oluşturduğu tatminlerle anlatmaya geldim. Çalakalem yazarak ilerleyeceğim.
Biraz sürece giden yoldan bahsederek başlamak istiyorum. Belki bu sayede bir gün gitmek isteyenlere yardımcı olabilir. Yurt dışındaki ilk festival deneyimim olan Prophecy Fest biletlerini festivalden dört ay önce kendi siteleri üzerinden bize göre yüksek ama diğer yurt dışı festivallerine göre aynı oranda bir fiyata, 129 Euro’ya aldık. Biletleri aldıktan çok kısa bir süre sonra da bütün biletlerin tükendiğini öğrendik. Sonrasında iade edilen biletler için tekrar duyuru yapsalar da son güne kadar bilet arayanlar vardı.
Festivalin yapılacağı şehir (internette şehir deniyor ama bence kasaba) oldukça küçük olduğundan konaklanacak yer sayısı da oldukça az. Prophecy’nin bilet satış kısmında belirttiği oteller müdavimler ve deneyimliler tarafından çabucak doluyor. Her ne kadar festival alanı çadır ve karavan konaklamasına açık olsa da bizim gibi düşünen pek çok insan olacak ki, biz otel rezervasyonu yapana kadar merkezdeki birçok yer tükenmişti. Daha da geç kalmak istemediğimiz için Balve’ye 15-20 dakika uzaklıktaki Sundern’de yerimizi ayırttık. Küçük şehirlerin sorunları büyük olabiliyor. Örneğin ulaşım, örneğin yemek yerleri. olur da birkaç gün önce gideyim diyorsanız pek yapacak bir şey olmadığını belirtmeliyim. Biz ulaşım sorununu riske atmadan araba kiralayarak çözdük ve bu verdiğimiz en doğru ikinci karardı.
Üç gün süren festivalin ilk günü festivale ilk kez katılacaklar açısından hoş bir açılışa sahipti. Çimlerin üzerinde akustik şovlarla ve festivale özgü biralarla atmosferi inceden veriyordu. Mağara ikinci gün açılacağı için ilk gün biraz daha kaynaşma ve insanlarla tanışma havasındaydı. Girişte bize verdikleri festivale özel kitapçık ile yer alacak gruplar hakkında bilgi edinebildik ve verdikleri bardak ile özel biradan deneyimleme imkanına sahip olduk. Yalnız burada belirtmem gereken ve festivalin organizasyonunun da hesaba katmadığı bir problemden bahsetmek istiyorum. Bize sadece bardağımızı kapıp gelmemizi, içeride yiyecek ve içecek hizmeti olduğunu söylemelerine rağmen bu konuda biraz hayal kırıklığı yaşadık. Yerel belediyenin açık alanda yiyecek satışına yasak getirmesinden kaynaklı dışarıdan yemek temin ettik. Civarda süpermarketlerin olmasının avantajı sandviçlerle sınırlı kalsa da bu çok önemli değildi. Önemli olan ruhun beslenmesiydi ve bu da müzikle sağlanacaktı.
Havanın serinlemesiyle arkamıza mağarayı ve önümüze ateşi alarak sırasıyla Illudium, Thurnin, 1476 ve Vrîmuot izledik. Illudium‘un tok sesi ortamı dolduruyordu ve güneş yavaştan günden elini eteğini çekiyordu. Bunları yazarken o anlara geri dönmek bile başlangıcın bir sonu getirmediğinin, zihnimde sürekli dönüp duracağının en güzel örneği. Illudium sonrası sahne alan Thurnin dark folkun tadını damağımıza çalıyordu. Günün en gürültülü olmasa da en etkileyici şovu olduğunu söylemeliyim. 1476 ve Vrîmuot‘un da hakkını yiyemem. Thurnin dışındaki grupları arkadan izlememe rağmem açık alanda sesler net ve büyüleyici geliyordu. Ateş sönmeden odunları yeniden atılıyor ve müziğin hissiyatı içimize işlemeye devam ediyordu. Vrîmuot’un güçlü performansı ile ilk gün erkenden biterken, ayrıldığımız çimler yerini konaklayacak kişilere bırakıyordu.
Mağaraya giriş ve ikinci gün:
Büyüleyici anların başlayacağı noktaya, mağaraya girdiğimde sahnede yer alacak grupları sırasıyla hayal ediyordum. İlk günün beklediğim grupları arasında son albümü Ayam ile tanışma şansı bulduğum ve bu kadar geç keşfettiğim için kendime kızdığım Disillusion, genetik miras kadar eski sayılabilecek The Vision Bleak ve My Dying Bride ile birlikte pandemi süresi boyunca canlı performanslarını internetten izleyerek iç geçirdiğim, festivale gitmemi tetiklemiş Amenra vardı. Tabi bu demek değildi ki diğer grupları da izlemeyeceğim. Büyük konuşmuşum ve bunu sonradan açıklayacağım. İkinci günün ilk grubu Hollandalı deneysel post black metal topluluğu Laster‘dı. İlginç imajlarının arkasındaki temiz soundlarıyla mağara kalabalığını coşturuyorlardı. Organizasyon ekibinin her şeyi ince ayrıntısına kadar düşündükleri sahnede yer alacak grupların sıralanışından belliydi. Laster merak uyandırıyordu ve herkes pür dikkat mağara duvarları arasında beliren ilginç maskeli üç insanın müziğine doyuyordu.
Gruplar arasındaki soundcheck süreleri oldukça iyi ayarlanmıştı ve son günün sondan önceki grubuna kadar da hiçbir aksilik olmadan ilerledi. Normalde ilk gün sahne alması planlanan Darkher, Arthur Brown’un sağlık sorunları nedeniyle festivale katılamamasından ötürü Agalloch’un altına alınmıştı. Haliyle Darkher’ün yerine otomatikman Disillusion geçmişti. Merak ettiğim ilk sahnenin hakkının sonuna kadar verildiğini söylemeliyim. Andy Schmidt’in albüm kayıtlarından ayırt edilemeyen sesi şarkılara bağırarak eşlik etmemi sağlıyordu. İki ayrı noktada konuşlanan ses ekibi sayesinde tüm enstrümanlar mağaranın da akustiğinin etkisiyle pürüssüz şekilde duyuluyordu.
Büyük konuştuğum noktaya geliyorum ve şimdilerde hem pişmanlık hem de ayrı heyecan duyduğum The Vision Bleak’e dönüyorum. Sahnede izlemeyi en merak ettiğim iki grubu kaçırmama sebep olaraksa Agalloch’u gösteriyorum. Grup aralarında mağara dışına çıkıyor ve bilumum ihtiyaçları karşılıyordum ki, tam The Vision Bleak sahne alacakken Agalloch elemanlarını görüp, muhabbet ederken konseri kaçırdığımı itiraf ediyorum. Ona rağmen dışarıdan bildiğim şarkıları duymak zaman zaman mırıldanmak da konsere farklı bakış açısı getirmemi sağladı. Darkspace pek radarımda olmasa da birkaç şarkısını sahnede dinleme imkanı buldum. Hala açıp dinlemiş değilim ama o gün bir gün gelecek.
My Dying Bride ile şöyle bir anım var. 2006 yılında İstanbul’a konsere geldiklerinde gitmeyi çok istemiştim fakat farklı bir şehirde yaşadığım için gidememiştim. Yıllar sonra ülke değiştirerek izledim, orası ayrı. Aaron yıllara meydan okurcasına güçlenen sesiyle hiçbir hataya yer vermeden takım elbisesiyle She Is the Dark‘ı söylerken 2006’ya ışınlandım. Evimden binlerce kilometre ötede bir mağarada 19 yaşıma geri dönmemi sağlamak her grubun başarabileceği bir şey değildi. Üstelik kafama ritmik şekilde sular damlarken. Amenra bitirene kadar da sular durmayacaktı.
Festival boyunca mağaranın birçok yerinden izlediğim performanslar ile bir akustik değerlendirmesi yapacak kadar ilerletsem de kendimi Amenra’nın güçlü performansına ne mağara yetişebildi ne de benim ayaklarım. Sahne almadan hemen önce önlere doğru yerimi almıştım ve resmen yorgunluktan tabanlarım ağrıyordu. Bundan niye bahsediyorum? Böyle uzun soluklu festivallerde enerjiyi idareli kullanmak önemliymiş. Daha önceleri sayısız festivale gitsem de gençtim ve yorgunluğu bu denli yoğun hissetmiyordum ama Amenra’da bir sonraki gün için yorulmama kararı almıştım. Lafı çok da uzatmadan Amenra performansına geçeyim diyorum ama nasıl anlatacağımı aradan iki ay geçmiş olmasına rağmen bilemiyorum. Güçlü, kusursuz ve körlük. Bu üç kelimeye yinelenen su damlalarının ve ayak ağrısının nötrlenmiş etkisiyle bir ilişkisi olduğunu düşünüyorum. Bir noktadaydım ama nokta neresiydi veya nokta neydi kestirmesi zordu. Thurifer ile başlayan konser Plus Près De Toi ile devam ediyor ve kendini De Evenmens‘e bırakıp sonlara doğru A Solitary Reign‘e bağlanırken geriye ne ağrı ne de su damlaları kalıyordu. Salt bir boşluk ve ekranda beliren “LIEFDE EN LICHT”* yazısı..
Mağaradan çıkış ve üçüncü gün:
Üçüncü ve son günün hayallerini ise artık bildiğim düzen üzerinden kurmaya başladım. Hala çok yorgundum. E-L-R izlemek istesem de enerjiyi idareli kullanmayı kendime hatırlatıyordum. Büyük gündü. Festivale gitmemi büyük ölçüde etkileyen gruplar olsa da Agalloch bu grupların içerisindeki en önemli nedendi ve tüm hazırlığım bunaydı. İlk iki grubu kaçırsam da ülkemizde iki defa konseri iptal edilen ve 6 ay arayla ikinci kez izleme fırsatı bulduğum Saturnus‘a yetiştim. İstanbul konserlerinde 2 saati aşkın çalmalarını elbette festival ortamında beklemiyordum ama mağarada nasıl yankılanacağını merak ediyordum. Bununla sınırlı kalmayan Saturnus, kendisinden bir grup sonra çıkacak Novembers Doom vokali Paul Kuhr ile “Even Tide” söylerken bizlere duygulu anlar yaşatınca duyusal şölenimiz ikiye katlandı.
Dinlence aralarında denk geldiğim ikinci sahnede yer alan grupların performanslarını da es geçemem. Yalnız şöyle bir sıkıntı vardı ki, ikinci sahnede diğer grupların sesleri birbirine karışabiliyordu ve biraz da hakları yeniyordu. Belaruslu Dymna Lotva kuşkusuz bunlardan biriydi. Belki seneye ana sahnede izleme fırsatım olur. Henüz tek albümleri olan ama performansları güçlü Gràb gibi. Gràb sonrası sahne alan Novembers Doom ise güçlü tarafını göstermemekte direten ve daha duyguya kaçan bir performans sundu. Normalde mağarayı titretecek kadar derin şarkıları olan grubun setlisti biraz hayal kırıklığı oldu ama Rain, mağara sularına uyumluydu, yalan yok. Yine bir dinlenme sırasında (kendimi çimlere atıp kalkamadığımda) ise ikinci üzüntü peydah oldu ve Dornenreich sahnesini kaçırdım. Dornenreich sahnesini kaçırmanın üzüntüsüyle Vemod da kaçtı. Enerjiyi idareli kullanmak önemli demiş miydim?
Gelelim festivalin ilk ve tek ses azizliğine. Baştan sona kadar kusursuza yakın ilerleyen sistem Darkher sahnesi öncesi isyan etti. Böyle kalsa iyi. Zaman zaman şarkının ortasında da kendisini göstererek uzun kızıl saçlı Jayn’i üzdü. Pek mimik katmadığı yüzünden öfke-üzüntü arası ifadeyi okuyabiliyorduk. Ona rağmen beni yanıltmayan bir sahne oldu. Gerçekten büyüleyiciydi. 15-20 dakika geç başlayan konser haliyle Darkher’ün bir şarkısını yutsa da Agalloch’un süresinden çalmadı. Darkher ile Agalloch arasındaki sürenin ne kadar kısa geldiğini anlatamam. Saatler öncesinden yerlerini almış insanlar kadar sabırlı olmadığımdan birkaç sıra arkada kendimize yer bulduk ve festivale Agalloch için gelmiş %50 insanla birlikte beklemeye başladık.
Ve AGALLOCH!
Bir buluşma ve bütünleşme anıydı. Yüzlerce insan sadece Agalloch için dünyanın çeşitli yerlerinden gelmişlerdi ve biz de onlarla birlikte bu büyüleyici anlara eşlik etmek amacıyla yerimizi almıştık. 8 yıl önce dağıldıklarını açıkladıklarında dehşetli bir üzüntüye kapılmıştım. Şu hayatta kendime özel kıldığım ve en sevdiğim grubu canlı dinleyemeyecek olmanın üzüntüsünü her dinleyişimde hissediyordum. Ta ki 9 Eylül akşamı 23:30’a kadar. Bunca yıl üzerine tekrar bir araya gelmenin özel bir yanı olmalıydı. Bu yüzden de sahneyi kapatan karanlık perdenin heyecanımızı giderek artırdığı gerçeği vardı. Bulunduğum yerden Agalloch’un A’sını ve Jason’ın bir şeyler mırıldandığını görüyordum. Öylesine kilitlenmiştim ki ne zaman ne olacağını kestirebilme gücümü tümüyle yitirmiştim. “Hollow Stone” arka planda çalmaya başlayıp sis ortalığı ele geçirince başlangıcın çok yakın olduğunu hissetmiştim sadece. The White EP‘den Hollow Stone ile girişi yapmış olmaları zaten mest olma sebebiyken şarkının bitişiyle birlikte Limbs girişi eşliğinde perdenin inişinin etkisini ise asla tarif edemem. Mağaranın her bir yanından yükselen çığlıklar, başını ellerinin arasına alanlar, belki de göremediğim bir yerde ağlayanlar. Gözlerimin dolmasına engel olamadığım o kuvvetli yoğun anları sis bile kamufle edemezdi doğrusu. Her dinleyişimde kendime özel dünyamda gezindiğim şarkıları, mimarlarıyla birlikte bütünleştirmek inanılmaz bir deneyimdi. Gitarist Don Anderson sanki yıllardır bu anı bekliyormuşçasına yerinde duramıyordu. John Haughm ise ne kadar soğukkanlı görünse de heyecanını gizleyemiyordu. Jason ise başladığı noktada konseri sonlandırsa da dinleyicilerin coşkusuna ortak oluyordu.
Setlist muazzamdı. Yine de eğer Agalloch’u benimsemiş birinden bahsediyorsak bu asla yeterli gelmeyecektir. 2 saate yakın süren konser esnasında Agalloch ile bütünleşmiş birçok şarkıyı canlı halleriyle dinleyebildik. Kuşkusuz çoğu insanın tüylerinin diken diken olduğu “In the Shadow of Our Pale Companion” çalmaya başladığında ise zaman sıfır noktasına dönmüştü çoktan. Diğer insanları bilemem ama benim için bu sıfır noktasına dönülme anı konserin sona erip, herkesin tekrar sahneye çıkmalarını bekledikleri anda bu defa fonda “Sowilo Rune” çalmasıyla gerçekleşti. Agalloch’a dair en sevdiğim şarkının kapanışta çalması mağaraya giren ben ile çıkan ben’in aynı olmayacağının kanıtıydı. The Wicker Man filminden diyalogları içeren The White EP incisini bırakmıştı ve filmdeki Pagan karakterimiz Lord Summerisle’ın “Oh, He’s dead. He can’t complain. He had his chance and in modern parlance, blew it” sözleriyle mağara, günü bir sonraki seneye kadar kapattı.
Son değerlendirmemde ise başlangıca geri dönüyorum ve bu harika deneyimi edindiğim için kendimi şanslı sayıyorum. Birkaç kelimeyle ifade edecek olursam samimi, doğal ve sorunsuz bir festivaldi. Gönül isterdi ki, bu sene albümleri çıkan Fen ve Austere‘de izleyebilelim. Hatta Bethlehem konseri de iptal edilmeseydi ama yapacak bir şey yok. Festivale birlikte gitme planları yaptığım ama son andaki olumsuzluktan dolayı beraber gidemediğimiz ablamdan dolayı içim buruk olsa da bir sonraki seneye diyorum. Platon’un mağara alegorisine göre mağaradan çıkan insan artık eskisi gibi değildir. Teşbihte hata olmamasından hareketle diyebilirim ki, ben de artık önceki ben değilim.
Gelecek seneki festival için şimdiden beş grup açıklandı. Empyrium, Arthur Brown, Dool, Perchta ve In The Woods…‘un katılacağı konserin biletlerine buradan ulaşabilirsiniz.
*SEVGİ VE IŞIK
Detaylarda boğulmayan. Ne çok subjektif ne de çok objektif, ayakları yere basan bir yazı. Ellerine saglik. Bir gün aynı cimlerdeberaberce olmak dileğiyle.
Teşekkürler 🙂 Şimdiden önümüzdeki senenin hazırlıklarına başlıyoruz o halde..