Uzak ufuklar parçalanıyor. Geçişler ise Kazancakis’in zorbasındaki kirazları hatırlatıyor. Canı çok çektiği için babasının cebinden çaldığı parayla aldığı kirazların hepsini yiyen ve sonrasında kustukça kusan Alexis’i. Bir şeyin yokluğunu hissetmek için onu tıka basa yemeli, bir şeyin varlığından uzaklaşmak içinse kusmalı bir oyuğa. Öfke, sağır edici sesle son bulmalı ki insanın içini alev dehlizine dönüştürmesin. Duygu, öyle yoğun olmalı ki sonunda aklını gözlerinden akıtsın. Ve müzik, yıkıcı bir gürültü ile dolup taşsın ki kendini unuttursun ve sonsuza dek hatırlansın.
Uykunun maddesi düştür. Düş ise iki kutuplu bir evren. Birinden diğerine geçmeden önce duraklanılan. Hayatla bağı koparmadan önceki ve refleksli bir bilinçsizlikten sonrası.. İşte bu ikisinin arası en tatlı yiyecekten daha tatlı ve en acı sondan daha can yakıcı bir ifade bütünü. Keskin bir şeyler istediğimde bu zamana çok ihtiyacım oluyor. Uyurken müzik dinlemek eskisi kadar alışılageldik bir davranış olmasa da artık benim için, özellikle o gün dinlediğim ve etkisinin geçmesini istemediğim müzikleri bu iki kutuplu evrende harmanlıyorum. Ne tam uyanık ne de kendimi kapatmadan, iç dünyamın kabus biçimindeki silueti ile aradaki sakin köprüde durup düşünüyorum.
Adına Edmund Elias Merhige’in 1989 yapımı psikolojik gerilim filminden aşina olduğum Begotten, Nothing Worth Remembering ile yeni yıla filmin başındaki gibi depresif bir kara sayfayla girdi. Önce gerçekliğime yüz çevirdim sonra kabuslarıma gözümü kapadım. Bahsi geçen iki kutuplu düş evrenine seyahatte dinledim, dinledikçe düşündüm ve içinden çıkılmaz kaosu nasıl ifade edeceğimi bilemedim. Rüyada bıçaklanmak gibi, gündüzün güneş ışıkları gibi…
20 dakikalık bir yolculuk. Belki de karabasanı fazla kaçmış siesta. Üç şarkıdan oluşsa da şarkı arasındaki geçişler, diğerinin nerede bittiğini ve başladığını hissettirmiyor. Düz bir sound ve öfkenin geçmesini beklemek için susmanın tercih edildiği bir iç çığlık şeklinde yükseliyor her şarkı. Hiçbir şey sonsuza kadar iyi sürmediği gibi kötü de devam etmiyor. İyi ne? Dahası kötü ne? İkisi de türümüzün basmakalıp kuralları. Bu kurallar arasından bağırıyor: “Beni affet, hatırlarsan”.
İkinci sette daha atmosferik ilerliyor her şey. Özellikle sonlara doğru devam eden kısımda artık korku, çaresizlikle yoğruluyor. Kabusun en acı hali. Bize sunulan sahte gerçekliğin farkındalığıyla bir öteki dünya çürümesi. Her uyanamayış bir çürümedir oysa, eşit haklardan yararlanamama. Çünkü duyular da duygular gibi hep kolay. Kokla ve çiğne. Bak ve dokun. Gerçekliğimizden şüpheye düşmeli miyiz?
Sylvia Plath’in de söylediği gibi “böylesine açık olmak korkunç bir şey!” Kabullenmemiz gerek bazı şeyleri. Açık denizde gemin de kaybolabilir, sen de uyanamayabilirsin. Doğrunun yüceltildiği kadar yanlışın da hükmü var yeryüzünde. Çünkü ikisi de farklı ifadelerde tebrik görüyor. Bakmazsan görmezsin. Gece olduğu gibi. Fakat şimdi şafak gitti. Ben de gidiyorum.. (Nothing Worth Remembering I).
“Begotten – Nothing Worth Remembering” üzerine 1 yorum.